Değerli dostum Bülent ALTUNCU'nun yayla dönüşünün hissettirdikleri üzerine kaleme aldığı çok özel yazısını sizlerle paylaşmaktan büyük mutluluk duyuyorum:
"Üç ay boyunca yaylada kalıpta köye inme zamanı geldiğinde, yaylanın o topyekûn terk edilişinin hüznü halen daha nerede olursam olayım eylül ayının ikinci haftası geldi mi tüm ağırlığıyla içime çöker. Günlerden perşembe veya pazar olurdu. Küçük kemer dağının tepesine doğru yol alırken, gerilerde kalan yaylaya dönüp baktığında bulutlu ve sisli geçen yaz günlerine inat gökyüzü alabildiğine mavi olurdu. Dağlarımız, ağaçların yaşayamayacağı kadar yüksek rakımlarda olduğundan, tepelerine doğru gittikçe sıklaşan, üzerlerinde kırmızı ve yeşil renkte, çocukların kına yapmakta kullandıkları lekeleri olan kayaları dışında çimen kaplı olurdu. Kayaların üzerindeki bu yeşil lekeler, Karadeniz'de sığacak yer bulamayan yeşilin son tutunuşları gibiydi. Tıpkı insanının doğaya ve yaşama olan inatçı bağlılığı gibi. Çimen kaplı olan bu dağlar, son iki aydır güneşin altında kavrulup sararırken diğer taraftan sis ve soğuğun etkisiyle kahverengiye çalar kirli yeşil bir tona bürünmüş olurdu. Bu kirli yeşil tonun koyuluğu, tepelerden aşağılara doğru indikçe gittikçe azalır, sararır, yaylanın içindeyse neredeyse tamamen kaybolmuş olurdu.
Buradan bakınca en aşağıda görünen yaylamız, sanki sırtüstü yatıp, kollarını iki yana açmış uyuyan bir çocuk gibi görünürdü. Çocuk gibiydi, çünkü onu çevreleyen dört dağ, sanki terk ediliyor olmaktan dolayı ağlamasın diye, salıncak oluşturmak üzere aşağıda ortada ellerini birleştirmiş, oda bu eller üzerinde kollarını iki yana açıp yatmış uyuyan bir çocuk gibi görünürdü. Komarlık dağına doğru olan mahalle başı, Çumavank yaylası tarafına doğru uzanan mahalle bir kolu, Kemer dağına doğru gelen mahalle diğer koluydu. Karnını ve ayaklarını ‘kamali peri’nin bulunduğu dağ yorgan gibi örttüğünden sadece açıkta kalan ayak uçları görülebilirdi. Ayakucunda sadece iki ev görünürdü. Bu iki evden biri, kemer dağı tarafından yayladan çıkarken görünen son ev olması yanında dokuz on yaşlarında pişti ile başladığım iskambil oyunlarının yasadışı ilkokuluydu benim için. Ortadaki ‘caminin yanı’ ise çocuğun kalbi gibi dururdu ki gerçekten de insan için kalp neyse yayla içinde ‘caminin yanı’ oydu.
İşte bu ‘caminin yanı’ dediğim yerde yeşilden eser kalmamış olurdu. Belki de şimdi caminin yanında, dört bir tarafa koşan, sıçrayan, düşen çocukların kaldırdığı toz tanecikleri, havadaki oyunlarına son verip yavaş yavaş geldikleri toprağa doğru hala daha düşmektedirler diye de düşünürdüm, kamyonun kasasındaki otların üzerinde oturup yaylaya doğru son kez bakarken. Bundan sonra belki Çumavank veya Seydiyakup gibi çevre yaylalardan göçleri indiren birkaç kamyon olmadık bir sevinçle bu tozları son kez yerinden sıçratır, yoksa her an yağdı yağacak karla birlikte kapanıp dokuz ay sonra bizleri karşılamak üzere yollarımıza çiçek döşemeye başlayacakları zamana kadar son halleriyle donup kalacaklardır. Yaz başı yayla çıkımında çimen, çiçek ve nemli toprakla kaplı bu sahanın çocukların enerji dolu tepinişleriyle şenlenip daha sonra böylesi uzun bir sessizliğe terk edilişi ve bu döngüyü düşünmek hüznümü katmerlerdi.
Kış boyu okulun ve ailemizin kuralları altında yaşayıp yazın buraya geldiğimizde, artık ne ödev, ne hoca, ne okulda otur-kalk, ne evde akşam erken yat, sabah erken kalk derdi kalırdı bizler için fakat şimdi tüm bunlara sevinçle bindiğimiz kamyonun kasasında hızla yaklaşmaktaydık. Çocukların anne-babaları memursa çalıştıkları yerlerde, köylü ise yazlık köy işlerini halletmek üzere köyde kalırlardı. Bizler dede ve anagalarımızla yaylaya çıkardık, onlarında ne diş fırçalamak vb. yeni adet kurallardan haberleri vardı, ne de bizi bu tür kurallarla boğmaya dayanacak yürekleri. Gün boyu koşturmaktan yorgun düşen bedenlerimiz, kimse bizi ‘hadi yatma zamanın geldi’ diye uyarmadan kendiliğinden pekenin üzerinde sızardı. Sabah yine ‘kalk kahvaltını yap, okula geç kalacaksın’ diyen olmazdı. Olur da nahır dediğimiz inek sürüsünün otlaklara gidişi sırasında ineklerin ve onları süren kadınların çıkardığı seslerden dolayı uyanırsan o zamanda istesen de gözüne uyku girmezdi. Çünkü henüz güneş yaylamızın içine ışınlarını indirmemiştir, yüksek tepelerde güneşi gören alanlar sınırı net bir çizgiyle ayrılmıştır ki ömrü boyunca saat takmamış babaannem saatin kaç olduğunu bu çizgilerin yerinden tam olarak tahmin ederdi ve havada tek bir bulut olmasa da tüm evlerin bacaları tütmekte olurdu. Hatta nahırda ki ineklerden bazılarının yürürken bir taraftan da işemeleri veya sıçmaları, açık ama ayaz olan bu havalarda bir buhar bulutuna neden olurdu ki bu bile yeni başlayacak olan güne insanın uyanışını kamçılardı. Çimenler üzerindeki akşamdan kalma çiğ, güneşin ilk ışıklarıyla kurur ve dakikalar içinde tüm yayla oyun oynamaya elverişli haline kavuşurdu ve koşuşturma başlardı. Böyle olunca da oyun oynanan alanlarda ilk bir ay içerisinde ottan eser kalmazdı.
Olsun hiç önemli değildi, toprak yolda hızla yol alan Thames marka kamyonun kasasının arkasındaki ayak basacak yerine ellerimizle asılıp, yanlış hatırlamıyorsam kasanın altındaki yedek lastiğin oralarda bir yerlere ayaklarımızı dolayarak, ’caminin yanına’ giderken mutlu olan bizler, koşarken topuklarımızdan yükselecek tozlardan rahatsız olacak değildik ya... Genelde iki bazen üç-dört kişi olurduk. Ama olur da kamyon caminin yanında durmayıp hızlanarak yayladan dışarıya doğru yol almaya başlarsa o zaman heyecana birde korku eklenirdi. Atlamak için kamyonun dere , kasis gibi engellerde yavaşlamasını beklersin, bir türlü istediğin kadar yavaşlamaz ardından tekrar hızlanırsa herkeste, birbirine çaktırmasalar da bir telaşlanma başlardı. Diğerleri atlarda kasanın arkasında tek kalırsam bir taraftan kafamı geri sarkıtarak arkada görüntüleri gittikçe küçülen dönek yoldaşlarıma bakarak ‘ben sizden daha fazla zevk yaptım, heyecan yaşadım’ gibisinden hava basardım, diğer taraftan da ‘ulaaa, adam bir daha yavaşlamazda… ya aşağı atlayamazsam’ diye korkuya kapılırdım. En son ki ırmakta atlamayı planladığım halde yine beklediğim kadar yavaşlamazsa, sonrasında kamyonun en hızlı gittiği anlardan birinde paniğe kapılıp, her şeyi göze alarak atardım kendimi aşağıya. Kamyon hayatta hiçbir zaman koşamayacağım bir hızda, kafam önde olacak şekilde peşinden çekerek koştururdu beni ve sonunda dengemi sağlayamayıp yuvarlanırdım. Genelde bir kaç çizik, birazda elbise yırtıklarıyla atlatırsın bu serüveni.
Şu ana kadar yazdıklarımı okuyan birisi ne der benim için diye düşünüyorum da; ’tozdan ve boktan hüzünlenen bir adam’ der herhalde. İnsan sevmediği birinin kirli yanağını öpmekten iğrenebilir, öptüğü yanak sevdiği birinin olursa hem öper hem de bu sevdiğimin kokusu diye beyninin dibine kazır ve orada saklar. İşte bu da öyle bir şey. Evet; yaylanın bana öğrettiği birinci şey budur. Yani sevmek, eksilerine rağmen gönül vermektir. Sevdiği şeylerde kusursuzluk arayan, kendisini rahatsız edici hiçbir özellik bulunmasın isteyen bir kişi acaba gerçekten sevebilir mi? Bu yaptığına, kişinin kendi kendini sevmesi için beynindeki eksiklikleri, gedikleri başka birinin artılarıyla doldurmaya çalışması denmez mi? Sevdiğini düşündüğü şeyler, bencil amaçlarına ulaşmak için kullandığı objeler olmuş olmuyor mu? Buradan, bir insanın sevebilmesi için eksiği, gediği olmamalı gibi bir sonuç çıkmamalı. İnsan, kendini eksileriyle sevebilmelidir, yoksa yüzyıl da yaşasa mutlu olmaz ve de mutlu edemez. Çünkü bir parçası olduğumuz doğadaki her şeyin artısı ve eksisi vardır. Canlı ve cansız tüm varlıkların bugün bilinen en küçük yapı taşı olan atomlarda bile elektronlarla pozitronlar denge halindedir. Bunlardan oluşan üst yapılar da farklı biçimlerde olsalar da, o artı ve eksilerin dengesini korurlar. İnsanda bundan dolayı artı ve eksileriyle insandır.
Yaylayı çevreleyen dağlarda, hayvan sürülerinin gidip gelmeleriyle oluşan patikaların çoğunda yürümüş olduğumuzdan, ’Yılmaz’ veya ‘Trabzon’ marka kara lastiklerimizin balık kılçığına benzeyen izlerini, şu anda hızla giden kamyonun üstünden göremeyeceğimi bildiğim halde yol kenarındaki bu patikaları takip eder, yine de görmeye zorlardım kendimi. Onları bile bu dağ başında bırakmaktan hüzünlenirdim. İz bırakmak ne demekmiş şimdi daha iyi anlıyorum.
Kemer dağının tepesini dönmeden, her yıl düşündüğüm bir diğer şeyde, acaba dedem ve babaannem bir yıl daha yaşarlar mı, seneye tekrar birlikte gelmek acaba nasip olacak mı soruları olurdu. Demek ki sevginin diğer bir anlamı da, kaybetmekten korkmakmış.
Özgürlüğün, dinamizmin, enerjinin, kısacası canlılığın kendisiydi yayla ve yaz. Yayladan inmekle bunların da son buluyor olması, sanırım yaşamın sonlanışını hatırlattığı için daha da bir düşündürür ve hüzünlendirirdi beni. Ama en çokta, seni mutlu eden, ömrünün en güzel anlarını yaşamana neden olan yaylayı, koca bir kışın soğuğunda insansız ve bacaları dumansız bırakmak üzerdi beni. Demek ki sevginin bir anlamı da, hayatın pahasına da olsa sevdiğini yalnız ve soğukta bırakmamakmış. Ama yinede bırakıyorduk, ona daha fazla üzülsek bile."
Bülent ALTUNCU