Notice: Undefined index: HTTP_ACCEPT_LANGUAGE in /home/ahmedti/domains/ahmetyapan.net/public_html/counter.php on line 92
Ahmet YAPAN Photography - Yazılarım
YAZILAR
BİR FOTOĞRAFIN VERDİĞİ MUTLULUĞU HİSSETMEK: İNSANI ‘O AN’A HAYRAN BIRAKAN FOTOĞRAFLAR
19 Mart 2013 Salı

 

“Yaylada hele ki dokusu büyük ölçüde bozulmamış bir mekânda bir çayın keyfi hiçbir şeye değişilmez.” diye doyumsuz ‘o an’ı görsel olarak kaydedip altına bir de fotoğraf altı yazarak bana beni kıskandıran değerli dostum Ahmet YAPAN’a ithafen  (Değerli Dostum Adem ARTAN’ın bu kıymetli yazıyı kaleme almasına vesile olan fotoğraf aşağıdadır.)


 “İnsanoğlunun en büyük icadı nedir?”


“En büyük icat” kadar büyük bu soruya herkesin kendi önceliklerine göre cevap vereceği muhakkak. İcatların insanı da aşan büyüklüğü insanoğlunun farklılığını, üstünlüğünü ortaya koyarken insanların tecrübeleriyle birlikte kendileri hakkındaki kanaatlerini de olağanüstü şekilde zenginleştiriyor. Buna en güzel örnek, yani icat(lar), yazı ve fotoğraf olsa gerektir.


“Neden yazı?” diye soracak olanlara cevabım tarihin kendisidir. Tarih, daha doğrusu tarihî çağlar, yazının kullanılmaya başlanmasıyla kendilerinden, yani geçmişten haber vermeye başlamıştır. Yazı sayesinde tarih, ona göbek bağıyla bağlı bugün ve pek tabi ki gelecek kuşaklar için geçmişin karanlıklarına gömülmekten kurtulmuş, geçmiş, yazı aracılığıyla bugüne ve geleceğe sesini duyurmuştur. Tarih için yazı, biz insanlar için hava gibi, su gibi olmazsa olmaz derecesinde bir bağlılık, daha doğrusu bağımlılıktır. Yazı olmasa tarih yine olacak; ama kendisinden, varlığından, kendisine dair olup bitenlerden bir ses seda, bir haber veremeyecekti. Onun için yazı, tarihin, yani geçmişteki insan neslinin ve onun yaşadıklarının sesi, habercisi olmuştur. Bunun günlük hayatımızdaki en iyi örneği, yazmaktan okumaya, okumaktan yazmaya uzanan o geniş yelpazede yazının gücünü, kudretini teslim ettiğimiz o anlardır. Yazı, ‘o an’ı canlandıran, zihinden dile, dilden kâğıda döken bir tılsımdır adeta.


Fotoğraf ise yazının harflerle, cümlelerle yaptığını ışıkla, renklerle, görüntülerle yapmakta, yazı gibi; ama ondan farklı bir şekilde zamanına, yani ‘o an’a tanıklık etmekte, maziyi görsel bir şekilde ve onun getirdiği zenginlikle zihnimizde, gözümüzde yeniden kurmakta, canlandırmaktadır. Hatta bazen öylesi fotoğraflar, toprağı besleyen su gibi yazıyı zenginleştirir, ona bambaşka bir boyut ve derinlik kazandırır. Öyle bir fotoğrafın, fotoğrafların bütün çıplaklığı ve olanca gerçekliğiyle bize anlattıkları karşısında harfler kelimelere, kelimeler cümlelere dönüşemeden suskunluğa düşebilir. Bu özelliğiyle fotoğraf, yazıyı tamamlayan, onu kanatlandırıp renklendirmenin ötesinde bambaşka bir boyuta kapı açar, gözleri aşka getirip konuşturur. Yazı ile fotoğraf arasındaki fark, gökkuşağını hiç görmeyen birisine onu anlatmak ile göstermek arasındaki o müthiş farktır. Sayfalar dolusu yazı ile zihne ulaşmanın okumak gibi zevkli ama uzun soluk gerektiren güçlüğünü fotoğraf göze hitap etmenin yıldırım etkisiyle bir anda kolaylaştırmakta, böylece şahitlik ettiği zamanı / o anı yoğunlaştırıp sıkıştırarak önümüze getirmektedir. Fotoğraf ile zaman sanki kısalmakta, bize farklı bir boyuttan haber getirmektedir. Bir fotoğraf karesinin düşündürdüklerini yazmak, yazı ile fotoğraf arasındaki o derin farkı ele verir. Yazının düşünmenin derinliğini, bunun için de aceleyi değil, zamanı, hem de uzun zamanı talep eden boyutuna karşılık fotoğraf düşünmenin değil, anın çarpıcılığını gözümüzün önüne getirirken düşünmekten ziyade aceleyi talep eder, yoksa “kuş” kaçabilir.


Yazı da, fotoğraf da zamana şahitlik etmekle birlikte her zaman gerçeği, yani geçmişin sırrını bize bir çırpıda vermez. Nasıl ki tek bir ipucu bir olayı aydınlatmakta çoğu zaman yetersiz ise yazı da, fotoğraf da başka yazı ve fotoğraflarla desteklenmedikçe tek başlarına öksüz çocuklar gibidir. Yazının harflerden başlayıp kelime, cümle ve paragraflara uzanan hikâyesi, yani damlaya damlaya göl, hatta derya olması gibi fotoğraf da uygun ışık, renk ve kompozisyonla beslenip önümüze farklı bir âlem getirmektedir. Yani yazının anlattığına mukabil fotoğrafın gösterdiği. Okumaya karşı görmek; ama her ikisini birleştiren şey anlamak, anlamlandırmak ve etkile(n)mek. Aynı olaya farklı açılardan ışık tutmanın zenginliğidir yazı ile fotoğrafı hem ayıran hem de besleyen. Zihnimizi, düşüncelerimizi konuşturan nasıl ki yazı ise gözleri, gördüklerimizi konuşturan da fotoğraftır. İkisinin de muhatabı gerçeği her yönüyle kavramaya, algılamaya çalışan beynimizdir.


Yazının çektiği fotoğrafa mukabil fotoğrafın yazdığı yazılar vardır. Fotoğrafın en güzel özelliği, zamanı ve hatıraları görsel olarak yazıp kaydetmesi ve kendimize fotoğrafı çekenin açısıyla bakabilmenin farklılığını, ayrıcalığını tattırmasıdır. Her fotoğrafta kare kare, hatta piksel piksel kaydedilen yap-bozun parçalarını birleştirdiğimizde yaşadıklarımızın ve hissettiklerimizin mümkün mertebe en bütüncül halini, bir yelpaze gibi karşımızda açılmış buluruz.


Yazı ile fotoğraf, her ne kadar, farklı alanlara hitap ediyorsa da her ikisinin ustalığını, kalitesini belirleyen faktör, hisseden kalp ile düşünen beyindir. Sonuçta yazı da, fotoğraf da kalbe ve zihne yaslandığı, bunlardan beslendiği ölçüde okuyan ve izleyen, yani düşünen, hisseden insanda gerçek karşılığını, yankısını bulur. Farklı kaynaklardan beslenip değişik yataklarda akan nehirlerin nihayetinde birleşerek oluşturdukları o müthiş sinerjide nice fotoğrafı okuyup yazarak, nice yazıyı da fotoğrafın görselliğiyle zenginleştirmek ümidiyle. Çünkü fotoğraf, insanları ortak beğenide buluşturan bir güzellik, bir özge temaşadır. Estetik gibi zevklerin ve renklerin alıp başını gittiği uçsuz bucaksız büyüklükteki bir alanda insanları olabildiğince ortak beğenide buluşturması fotoğrafın gücünü gösteren en çarpıcı kanıttır.


Zamanı bereketlendirip tadından yenmez hale getirdiğimiz o biricik anlarda, hatıralarımızda kendimizi ve dostlarımızı kıskandığımız güzellikte nice fotoğrafa sahip olmak, hayatın bize en güzel armağanlarından birisi olsa gerektir. Güzel fotoğraf çeken veya fotoğrafı güzel çekip insanı ‘o an’a hayran bırakan güzel dostlarının olması bir insan için ne büyük bahtiyarlıktır, ancak öylesi dostlara, dost(ların) fotoğraflar(ın)a sahip olanlar bilebilirler. Bizden önceki nesillerin böyle bir imkâna sahip olmadığını, olamadığını düşündüğünüzde fotoğraflarımızın üzerine ne kadar titresek yeridir. Depremde ailesinden başka her şeyini kaybeden bir dostumun kaybettikleri içinde en çok hayıflandığı şeyin fotoğrafları olması boşuna değil. Hatıraları hatırlatan şeylerin kaybolmasının, hayatımızdan, yaşadıklarımızdan bir parçanın, parçaların da kaybolması, yani ölmeden ölmek demek olduğunu dostumun o sözüyle öğrenmiş oldum. Çünkü fotoğraf –acısıyla tatlısıyla– geçmiş zamanı ve –büyük ihtimalle unutulmuş, en azından unutulmaya yüz tutmuş– güzellikleri bize gösterip hatırlatan adeta bir seyir terasıdır. O seyir terası ki oradan geçmişe dair neler neler görünür. Belki de bu sebepten “Allah, Hazreti Adem’i fotoğraf makinesiyle yeryüzüne gönderseydi acaba neler görürdük?” sorusu benim zihnimi kıyısından köşesinden arsızca mıncıklamaya devam edip duracak.


Adem ARTAN

 

 

Etiketler:
Toplam Yorum: 0 - Yorum Yaz
/ 1