Notice: Undefined index: HTTP_ACCEPT_LANGUAGE in /home/ahmedti/domains/ahmetyapan.net/public_html/counter.php on line 92
Ahmet YAPAN Photography - Yazılarım
YAZILAR
"TARİHİN İZLERİ COĞRAFYADA YAŞAR, KALBİ İSE BİZDE "
21 Temmuz 2013 Pazar

TARİHİN İZLERİ COĞRAFYADA YAŞAR, KALBİ İSE BİZDE

– Okulunun düzenlediği geziye katılmamı rica eden Ali Kemal Ayvaz’ın şahsında bu geziye katılan ve emeği geçen herkese ithaf edilmiştir. –

Bir gezinin öncesi ile sonrası arasındaki fark, aslında hayatın kısa bir örneği, bir özeti gibidir. Çünkü hayat da bir yolculuktur. Dolayısıyla yaşamak ile yaşamamak arasındaki fark, gezmek ile gezmemek arasındaki fark misali birbiriyle el ele vermiş ikiz kardeşlerdir. (İsteyen, yaşamak ile gezmek arasındaki bu ilişkiyi, daha doğrusu bağlılığı samimi bir dostluktan sevgiliye kadar çeşitlendirip derinleştirebilir.)  Hayatın bereketini, zenginliğini dün ile bugün arasındaki farkın belirlemesi gibi dün ile bugün arasındaki o farkı, en çarpıcı ve konsantre, kristalize şekilde bizlere yaşatan da yeni yerler görmek, farklı tecrübeler yaşamak ve bunları birbirimizle paylaşmaktır. Merak, azim, sabır, sebat ve fedakârlık gibi özellikler de yolculuğun zahmetini rahmete çeviren yol arkadaşlarıdır.

Arkadaş hatırına çiğ tavuk bile yenirmiş derler. Ben ise bu yazının yazılmasına vesile olan yolculuk dolayısıyla bu sözü şöyle değiştiriyorum: Arkadaş hatırına daha önce gördüğünüz şehirler tekrar görülür, bunun için de otobüsle yaklaşık üç bin kilometre yol kat edilirmiş.

Değerli dostum Ali Kemal Ayvaz, müdür yardımcısı olduğu okulun düzenlediği gezide bana yoldaşlık teklif edince ne yalan söyleyeyim, yani yazayım gönlüm hayır demeye elvermemiş; –çünkü başkası teklif etse çok düşünmeden rahatlıkla “Hayır!” diyebilirdim.– ama o yollar da gözümde iyice büyümüştü. Kaldı ki Bursa, Çanakkale ve Edirne’ye daha önce gitmiştim. Dolayısıyla bu yolculuğun benim için “yeni” sayılabilecek bir özelliği yoktu. Bu geziye katılmak için rapor veya izin almamın gerekliliği de beni geziden iyice soğutmuştu; ama bir kere “Evet” demiştim artık. Dolayısıyla arkadaş hatırı için çiğ tavuk yenir misali daha önce gördüğüm şehirleri bu defa Ali Kemal Hocamla görmek için arkadaş hatırına otobüsle yaklaşık üç bin kilometre boyunca yola revan olmayı göze almıştım. Arkadaş hatırına göze aldığım yol, uzunluğuyla gözümü korkuturken bu şehirlerde “yeni” namına neler görebileceğime bir taraftan burun kıvırırken diğer taraftan da “yeni” olarak neler görebileceğimi de cidden merak ediyordum.

İşte bu yazı, arkadaş hatırı için yollara düşen birinin, yani bendenizin, esas meselenin “yeni” yerlere gitmek değil, daha önce gittiğiniz yerlere yeni bir gözle bakmak ve farklı şeyler öğrenmek olduğunu öğrendiği bir tecrübenin yazılı hali, bir uzun yol hikâyesidir. 

Zaten hayat da yollar gibi bitmek bilmeyen bir tecrübe ve öğrenme süreci değil mi? Öyleyse yolcuya sohbet haram, çünkü yolcu yolunda gerek. Yol uzun, hava şartları malum; e haydi Bismillah!

Yola Çanakkale ile Çıkmak: “İnsan Unutsa Da Toprak, Yani Tarih Unutmaz.”

Yılın en güzel aylarından bir Mayıs ayında, Mayıs’ın da en güzel günlerinden bir günde –tamı tamına 14 Mayıs–, günün hay huyunun, koşuşturmacasının çekilmeye başladığı dingin bir ikindinin sularında “Vira Bismillah!” diyerek yola çıktık. Yol boyunca Fatsa’ya kadar gördüğümüz canım Karadeniz’in yeşille, yeşilin en deli dolu, en baştan çıkartıcı tonlarıyla kol kola, gönül gönle vermiş o canım bahar güzelliklerini derin bir nefes gibi gözümüze çeke çeke, sindire sindire gezimizin ilk durağı Bursa’ya doğru yol almaya başladık. Baharla tabiatın en güzel ve yeşil şekilde buluştuğu bölgeden yakın ve uzak tarihimizin kalbinin atığı bölgeye doğru doludizgin koşuyorduk artık.

Gezimizin ikinci durağı ve gelişme bölümünün ilk paragrafını teşkil eden Çanakkale hakkında kaptan şoförlerimizden Erdoğan Akbaş’ın yolda bana anlattığı bir anısını burada anmadan geçmemin hem kendisine hem de bir zamanlar Çanakkale’de yaşananlara ve o yaşanmışlığın günümüze yansımasına büyük haksızlık olacağını düşündüğüm için bu kısa; ama bir o kadar da çarpıcı anıyı paylaşmadan geçemeyeceğim:

Bir Çanakkale turunda, tarlada çalışan bir çocuk dikkatini çekmiş Erdoğan kaptanın. Kendisinin çocuğa sorduğu soruyu değil, çocuğun verdiği cevabı aktarmak, bir zamanlar Çanakkale’de, Gelibolu yarımadasında nelerin yaşandığını yalın ama bir o kadar da çarpıcı şekilde sergiliyordu. Çünkü –çocuğun söylediğine göre– Çanakkale’de toprak altından hâlâ kemikler, mermiler, şarapneller . . .çıkıyordu. Yıllar önce Çanakkale’ye gittiğimde de beni en çok etkileyen olayların başında sel veya heyelanlarla askerlerin kemiklerinin ortaya çıktığının söylenmesi olmuştu. Haritalarda adeta ince, uzun bir parmak gibi görülen Gelibolu yarımadasının (parmak) ucunun aslında başlı başına mezarlıklarla dolu olduğunu, on binlerce şehitten sadece bir kaçının adının altında gerçek mezarlarının olduğunu öğrendiğimde de diğer bir şaşkınlığı, daha doğrusu şoku yaşamıştım. Onca şehitlik ve o şehitliklerdeki mezar taşları birkaç küçük istisna dışında hep sembolikmiş. Gezdiğimiz, adım adım arşınladığımız o topraklarda Allah bilir nice şehitler yatıyordu.

İşte Erdoğan kaptanın bu anısı, benim yaklaşık on yıl önce öğrenince şaşırdığım Çanakkale gerçeğinin değişik, daha doğrusu yaşanmış bir haliydi. Bu anıdan yola çıkarak geçmiş Çanakkale hatıralarımı da birleştirince dudaklarımdan o cümle döküldü: “İnsan unutsa da toprak, yani tarih unutmaz.”

Bursa’ya Ahmet Hamdi Tanpınar ile “Merhaba” Demek

Ayrılırken Trabzon’da yağmayan yağmur, Bursa’ya gelişimizde bizi karşıladı ve yağmurlu bir sabahta Bursa’ya gözlerimizi açtık. Şimdi sıra gönüllerimizi Bursa’ya açmaya gelmişti. Tabi Bursa topu topu birkaç saate sığabilecek, sığdırılabilecek bir şehir değil. Biz Bursa’nın, Bursa’yı bizim Bursa veya diğer bir ifadeyle Yeşil Bursa yapan en simgesel eserlerden birkaçını ancak ziyaret edebilecektik.

Osmanlı’nın kurucusu ve oğlu Orhan’dan son ve büyük ihtimalle en büyük istek olarak Bursa’nın fethini isteyen Osman Bey ile babasının bu isteğini gerçekleştirerek Bursa’yı fetheden, böylece hayr’ül halef, yani hayırlı evlat olduğunu göstermekle kalmayan, Bursa’nın tarihini İslam ile buluşturan, Bursa’nın kaderini Türk’ün kaderiyle birleştiren Orhan Bey’in Tophane’deki türbelerini, ardından da Bursa denilince ilk akla gelen o ulu eseri, Ulu Cami’yi ziyaret edecektik.

Tophane’deki türbeleri ziyarete giderken yağmurun yıkadığı Bursa caddelerinde Ali Kemal Hoca’mın davetiyle Bursa’nın bir medeniyetin doğuşuna beşiklik etmiş bir şehir olduğu gerçeğiyle çok kısa bir girişten sonra sözü –yola çıkarken yanıma aldığım– Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir”ine, o beş şehirden biri olan Bursa’sının ilk satırlarına bıraktım:

“Şimdiye kadar gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade baştanbaşa ve iliklerine kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevî çehresini gelecek zaman için hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir. Uğradığı değişiklikler, felâketler ve ihmaller, kaydettiği ileri ve mesut merhaleler ne olursa olsun o, hep bu ilk kuruluş çağının havasını saklar, onun arasından bizimle konuşur, onun şiirini teneffüs eder. Bu devir haddi zatında bir mucize, bir kahramanlık ve ruhaniyet devri olduğu için, Bursa, Türk ruhunun en halis ölçülerine kendiliğinden sahiptir, denilebilir. Bu hakikati gayet iyi gören ve anlayan Evliya Çelebi, Bursa’dan bahsederken “ruhaniyetli şehirdir” der.

Belli ki Evliya Çelebi bu şehri sadece görmekle kalmamış, onun hakikî benliğini kavramıştır; zaten Bursa için yazdıklarında yer yer bir aşk neşidesinin coşkunluğu hissedilir.

Buluşlarında hemen hiç yanılmayan Sadrazam Keçeci Fuad Paşa ise “Osmanlı tarihinin dibacesi” diyerek bu mazi damgasını başka şekilde belirtir.”

Her ne kadar Tanpınar’ın bu tespitlerinden sonra Bursa hakkında yazacağımız çok bir şey olmasa da Bursa ve Bursa’nın bende çağrıştırdıkları üzerine birkaç cümle yazmam, benim de bu çorbada bir tuzum olsun isteğinden öteye gitmez ve doğrusu bu da bana ziyadesiyle yeter de artar. 

Her şeyden önce –Tanpınar’ın da çok yerinde tespitiyle– Bursa, iliklerine kadar işlemiş tarihî özelliğiyle Osmanlı’nın kuruluş döneminin ete kemiğe, taşa toprağa bürünmüş halidir. Osmanlı’nın kuruluş dönemini, en başta mimarisinden başlayarak sosyal ve ekonomik yapılanmasına, şehircilik anlayışına kadar Bursa’da görebilirsiniz. Bursa’daki her tarihî yapıda Osmanlı’nın kuruluş dönemindeki Selçuklu etkilerini, yeni bir tarza geçiş için emeklemelerini rahatlıkla müşahede edebilirsiniz. Bu bakımdan Bursa, bir nevi bir tarih ve kültür galerisidir.  

Bursa’nın Osmanlı ile ilişkisine, yakınlığına başka bir örneği de coğrafya gibi farklı bir alandan vermek gerekir, yoksa bu ikili eksik kalır. Çünkü Osmanlı demek çınar demek, çınar demek ise Bursa demektir. Çınar ile Bursa, Bursa ile de Osmanlı öylesine ki özdeşleşmiştir. Türkiye’nin başka hangi şehrinde göreceğiniz çınarlar Bursa’dakiler kadar büyük ve ihtişamlı olabilir ki? Türkiye’nin başka hangi şehrinde göreceğiniz çınarlar, size Osmanlı’yı Bursa’dakiler kadar canlı ve sıcak anlatabilir, zihninizde ve gönlünüzde yücelik ve ulvîlik hissi uyandırabilir ki? Bursa’yı –bir zamanlar– “Yeşil Bursa” diye anmamızın da ardında Bursa’nın sırtını verdiği Uludağ’la olduğu kadar şehri süslerken ona tarihî bir hava da veren çınarların rolü olmadığını kim iddia edebilir ki?

Evet, Bursa demek ilk harfinin hem küçük hem de büyük yazılışıyla yeşil/Yeşil demektir, belki de daha doğru bir ifadeyle yemyeşil. Tanpınar, bu kelimenin ve bu kelimeyi oluşturan harflerin ruhunu öyle güzel dile getirmiş ki çaresiz yine ona döneceğiz: “Türkçede Ş ve L harfleri daima en güzel terkipler yapar. Yeşil dediğimiz zaman, âdeta bir çimen tazeliğini, bir palet üzerinde ezilmiş bir renk gibi, günün ve saatin bir tarafında bir bahar müjdesiyle toplanmış buluruz. Bu kelimenin ilk cetlerle beraber Orta Asya yaylalarının baharından geldiği o kadar belli ki… Fakat Bursa’da yeşilin mânası çok başkadır; o ebediyetin rahmanî yüzü, bir mükâfata çok benzeyen bir sükûnun fâni bir saate sinmiş mânasıdır. Yeşil Türbe, Yeşil Cami der demez, ölüm muhayyilemizdeki çehresini değiştirir, “ben hayatın susan ve değişmeyen kardeşiyim. Vazifesini hakkıyle yapan fâninin alnına bir sükûn ve sükûnet çelengi gibi uzanırım…” diye konuşur.”

Bursa kurulduğu günden beri, ama Osmanlı ile yolları kesişip de Yeşil Türbe ve Yeşil Cami’nin inşasıyla bize daima daha bir yeşil bakarak gülümser. Tıpkı Osmanlı sultanlarının ve şehzadelerinin türbelerinde hayat ile ölümün en sanatkârane bir şekilde buluşup bugüne ve bize gülümsemesinde olduğu gibi. Öldüğümüzde toprak olup aslımıza dönerken mezarlarımıza dikilen çınar yahut servi ağaçlarıyla biz arkamızda bıraktıklarımıza yeşil yeşil bakıp gülümseyeceğiz. Acaba tabutların ve türbelerdeki sandukaların üzerlerine örtülen örtüler bunun için mi yeşildir?

 Ve tabi ki Bursa demek, Ulu Cami demektir. Selçuklu ulu camilerinin Osmanlı’daki bu ilk ulu örneği, hem beslendiği kaynağa atıf yapar, hem de ileri bir hamlenin ilk adımlarını kendisinde sergiler. Yani bir taraftan kemale ulaşmış bir klasik iken diğer taraftan farklı bir üslubun ilk denemelerini Ulu Cami’de görmek pekâlâ mümkündür. Kare şeklindeki fil ayakları Selçuklu ulu camilerinden tanıdıkken Osmanlı’da bu büyüklükteki ilk kubbeli eser olmasıyla dikkat çeker Bursa Ulu Camii. Yine bir ilk olan ortasındaki şadırvanından ve camiyi bir hat eserleri müzesine dönüştüren değişik büyüklük ve üsluptaki hatlardan ise sadece bahsetmekle yetineceğim. Cami içindeki o şadırvanın fıskiyesinden adım adım dökülen su seslerini, yani şırıltılarını önce dinlemek, sonra da bu şadırvandan abdest alıp Ulu Cami’de namaz kılmak gerekiyor. Tabi bir de söküp okuyamasanız bile o hatlara bakıp bakıp düşünmek ve kendisini ilahî olanın emrine veren kulun böylece acziyetini aciz bırakıp emek ile, sabır ile, özveri ile nasıl yüceldiğini görüp anlamak ve böylece bir taraftan şaşırmak ama peşi sıra diğer taraftan da –bu insanlara hayran kalıp kalmamak kişinin birikimine ve önceliklerine kalmışsa da her halükârda– bu insanları takdir etmek gerekiyor.

Nihayetinde Bursa, İstanbul’un fethinin rüyasının görülmeye başlandığı, ecdadın İstanbul’u fethedebiliriz dediği şehirdir. Bu özelliğiyle Bursa, İstanbul’un fethine atılan ilk adımdır. Edirne ile bu rüyaya bir adım daha yaklaşılmış; ama bundan sonrası her büyük hayalin gerçekleşmesi ölçüsünde zor, hatta –özellikle Ankara Savaşı ve ardından gelen Fetret devri sebebiyle– bir ara imkânsız bir noktaya gelmiş, daha doğrusu gerilemişse de yiğit, düştüğü yerden kalkmasını bilmiştir. Osmanlı’yı iyice sarsıp neredeyse yıkılma noktasına getiren bu tufandan kurtulmasını, yani mitolojideki anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğmasını Osmanlı’nın temellerinin sağlamlığına ve o temellere ev sahipliği yaparak bugüne kadar bize ulaştıran Bursa’ya borçluyuz. 

Bursa’ya girerken söze Tanpınar ile başlamıştık, bu mucizenin nasıl gerçekleştiğini yine Tanpınar’dan alıntı yaparak değil, meraklısı için Tanpınar’ı adres göstererek bitirelim. Yani Tanpınar’ın “Beş Şehir”deki “Bursa’da Zaman” adlı denemesinin dördüncü bölümünün son paragraflarını. Ben sadece o son paragrafların başlangıcını anmakla yetineceğim. Gerisi meraklısına kalmış: “Cedlerimiz inşa etmiyor, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. ( . . .)”

Çanakkale İçinde Vurdular Beni, Ölmeden Mezara Koydular Beni

Çanakkale’nin tarihimizdeki önemi, tarih bilgisi asgari düzeyde olan birisinin bile Çanakkale hakkında iyi kötü bir şeyler bilmesinden bellidir. Çanakkale bu yönüyle iliğimize, ruhumuza, genlerimize modern zamanların en acı ve derin şekilde işlemiş izidir. Hiçbir şekilde çıkmayacak, unutulmayacak bir izin. Yahut merhum Mehmet Âkif’in ifadesiyle medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın. Bu küçük şehrin Truva’dan Çanakkale savaşlarına uzanan tarihteki büyüklüğüne mukabil ne yazarsak yazalım bir şeylerin değil, çok şeyin eksik kalacağını bilerek bir şeyler yazacağım yine de. Tıpkı Çanakkale’ye –bu seferler birlikte toplam– üç defa gitmeme rağmen gezip gör(e)mediğim, hikâyelerini duymadığım yerler olduğunu bilmem gibi.

Öncelikle Çanakkale’yi Çanakkale yapan boğazından başlamalı. Çanakkale’nin İstanbul’a, Çanakkale boğazının da Boğaziçi’ne nispetle bakirliği bence her iki şehrin ve boğazın farkını ortaya koyuyor. İstanbul tarihin, medeniyetin, medeniyetlerin geçiş, hatta buluşma noktası iken Çanakkale ise coğrafî açıdan geçiş güzergâhı olmakla kalakalmış. Böyle olunca da Çanakkale, tarih boyunca İstanbul’un kapısı olmaktan öteye gidememiş. Zaten Çanakkale’nin yakın tarihimize, daha açık bir ifadeyle Osmanlı’nın yıkılışı ve Cumhuriyet’in kuruluşuna, hatta dünya tarihine damgasını vuran önemi de boğazında düğümlenen tarihinden kaynaklanıyor. Çanakkale’nin adını sadece Anadolu’ya değil, tüm dünyaya duyuran ve merhum Âkif’in:

“Şu boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya”

dizeleriyle başladığı o uzun mu uzun, büyük mü büyük, kanlı mı kanlı savaştan söz ediyorum.

Bizim bugün haklı olarak övünürken gözden kaçırdığımız acı bir gerçek de bu Çanakkale gezimde gözüme ve gönlüme çok acı bir şekilde battı. Çünkü biz bugün Çanakkale ile övünürken Osmanlı’nın bu savaşa girerek aslında Almanya’nın ekmeğine yağ sürdüğünü genellikle göz ardı eder, hatta bu acı gerçeği görmeyiz, daha doğrusu görmek istemeyiz. Gerçi Osmanlı, 1. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalsaydı bu defa da karşı grubun ekmeğine yağ sürmüş olacaktı. Her ne kadar tarih, ihtimal hesaplarıyla değil, gerçeklerle uğraşsa da 1. Dünya Savaşı’na katılarak sonuçta Almanya’nın değirmenine su taşımamız acı bir gerçek olarak yüzümüze bir tokat gibi iniyor. Çanakkale ile övünmekten de bu acı gerçeklerle ilgilenmeye, düşünmeye fırsat kalmıyor. Çanakkale kendisi ile övündüğümüzden çok daha pahalıya patlayan bir zafer oldu bizim için. Sadece iki örnek, hem de çok acı bir, iki örnek vererek bu bahsi kapatalım:

Çanakkale denince hepimizin aklına Çanakkale türküsü olduğunu zannettiğimiz o türkü gelir: “Çanakkale içinde vurdular beni, ölmeden mezara koydular beni” Kastamonu yöresine ait bu türküde Çanakkale savaşının acı bir yüzü, yakıcı bir gerçeği vardır. Rehberimizin anlattığına göre cepheden yaralı olarak sahra hastanelerine taşınanlar yaralarının durumuna göre kurtarılabilecekler ve kurtarılamayacaklar diye iki gruba ayrılırlar. Kurtarılamayacaklar bir ağacın gölgesine son nefeslerini vermeleri için bırakılır. Önüne gelen askeri kanlı yüzünden seçemeyen doktorun kurtarılamaz demesiyle kendisine gelen askerin doktor olan babasını tanımasıyla yaşanan dramı, buna rağmen doktor babanın kurtarılabilecek diğer yaralı askerlerin hakkını yememek için oğlu dahi olsa verdiği ilk karardan vazgeçmemesini, o anda baba-oğlun yaşadıklarını hangi insan düşünebilir, bırakın düşünmeyi, bunu düşünmeyi düşünebilir, buna cesaret edebilir ki? Bildiklerimiz, duyup öğrendiklerimiz bir tarafa Çanakkale’de kelimelere, cümlelere sığmayan, hatta isyan eden daha ne dramlar, ne trajediler yaşanmıştır sadece Allah bilir.

Bu ailevî dramın kitlesel olanlarının da Çanakkale’de kaide ölçüsünde sıklıkla yaşandığı da bilinen bir gerçek. İşte az önce bahsettiğimiz Çanakkale türküsünün hikâyesi de buradadır, yani ölmeden gömülenlerde. Ağaçların altında şehit olanlar toplu mezarlıklara gömülürken Allah bilir son nefesini henüz teslim etmemiş nice ağır yaralı askerimiz de birazdan buluşacakları şehitlerle birlikte yarı cenaze olarak aynı toplu mezarlara gömülmüş, üzerlerine –bulaşıcı hastalık riskine karşı da– topraktan önce kireç atılmıştır. Bunları duyduğunda insan nasıl da yanmaz, nasıl da kahrolmaz.

Bu arada Çanakkale’ye gömdüğümüz okumuş yazmış bir nesli sadece zikretmekle yetiniyorum. Biz aslında Çanakkale’ye sadece bir nesli değil, koca bir tarihi de gömdük. Temelleri Bursa’da atılan, Edirne’de ileri hamle yapmak için pişen ve zirvesini İstanbul’da yaşayan koca bir tarihi. Şimdi bu satırları yazarken fark ediyorum ki sanki koca bir Osmanlı tarihi bu dört şehirde köşe kapmaca oynamış, birbirlerine görev devir teslimi yapmışlar. Nasıl ki Bursa’dan İstanbul’a giden o uzun ve meşakkatli yolda ecdad, önce Gelibolu’ya, yani Rumeli’ye geçerek Edirne’yi fethetmiş, nihayetinde kızıl elmayı, yani İstanbul’u fethederek o kutlu ideale, ilahi müjdeye kavuşmuş, ardından İstanbul’dan aldığı hızla da Viyana kapılarına kadar koşup dayanmışsa zamanı geldiğinde Osmanlı, bu defa İstanbul’u koruyabilmek için 1. Balkan Savaşı’nda Edirne’ye, 1. Dünya Savaşı’nda da Çanakkale’ye –tarihî adıyla Gelibolu’ya– güvenmiş, daha doğrusu kurulduğu bölgeye doğru büzüşmüştür.

İsterseniz tarihin garip bir cilvesi de diyebilirsiniz ama bir zamanlar üç kıtaya ve yedi denize hüküm salmış Osmanlı’dan onca badireden sonra bize Osmanlı’nın yadigârı iki kıtanın da ucunu birleştirip öpüşen topraklar ve Osmanlı’nın kaderini kendilerinde toplayan bu dört şehir ile bu şehirleri etrafında bir tespihin taneleri gibi toplayan Marmara denizi kalmıştır.

Bursa ile İstanbul Arasında Bir Şehir: Edirne

Osmanlı’nın Söğüt’te başlayan macerası o dönemin “kızıl elma”sı olarak nitelendirilen İstanbul’a ulaşabilmek için iki şehirde, yani Bursa ve Edirne’de soluklanmış, Osmanlı, bu iki şehirde yaptıkları, Bursa ve Edirne’ye katkılarıyla İstanbul için uzun ve zorlu bir imtihan vermiştir. Bugün Bursa ve Edirne’de gördüklerimiz, görmesini ve anlamasını bilen gözlerin ve gönüllerin tekrar tekrar ziyaret edip hayran kaldığı o eserler aslında bize tarihî bir gerçeği söylemektedirler: Osmanlı, İstanbul’a giden bu uzun ve zorlu süreçte örneklerini Bursa ve Edirne’de rahatlıkla görebileceğimiz sıklıktaki eserleriyle şehircilikte somutlaşan sosyal ve ekonomik alanlarda başarılı bir hazırlık aşaması yaşamış, böylelikle aşiretten devletleşmeye giden süreçte hamlıktan çıkarak pişmiştir. Bursa ve Edirne’de verilen bu başarılı imtihan(lar)dan sonra İstanbul fethedilmiş, daha doğrusu böylece fethedilmeyi hak etmiştir İstanbul. Bu sebepten Bursa ve Edirne, benim gözümde İstanbul’dan önce geçilmesi, daha doğrusu haklarının verilmesi, başarıyla geçilmesi gereken duraklar hükmünde olup bu iki şehir, bu özellikleriyle İstanbul’un yüz görümlükleri olmuşlardır.

İstanbul’a biri Anadolu’dan, diğeri Rumeli’den uzanan bu iki köprüden Bursa’nın taşıyla toprağıyla dünden bugüne neler söylediğini, söylemeye çalıştığını az çok yazmıştık. Bursa ile Edirne’nin farkına kısaca göz atacak olursak Bursa; Ulu Camisi, Yeşil’i, Emir Sultan’ı, sultanlar ve şehzadelerin türbeleri, hasılı her şeyiyle kuruluş dönemi kokan bir şehir iken Edirne ise kuruluş ile yükseliş dönemi arasında bir köprüdür. Edirne’nin bu geçiş dönemi özelliği –Bursa gibi– özellikle mimarisinde (yapıların inşa tarihi ve üslupları, mesela Eski Cami ve Üç Şerefeli’nin özellikleri ile) kendisini belli eder. Ve nihayetinde Edirne, İstanbul’dan önceki son durak ve imparatorluk için iyice bir derlenip toparlanmanın, derin bir soluklanmanın şehridir. Nitekim İstanbul fethedilince de görevini ona, yani asıl sahibine devretmiştir. Osmanlı’nın her şeyiyle zirvesini oluşturan İstanbul ise bir ayağı Anadolu’da, diğer ayağı da Rumeli’de olan imparatorluğun başladığı ve bittiği noktadır.

Her ne kadar İstanbul’un fethiyle payitaht, yani başkent İstanbul’a taşınmışsa da bir başkent, o ruhu barındırdığı için aslında her zaman başkenttir. Eski bir başkent her zaman –yeniden– başkent olmaya özenir. Tıpkı Edirne örneğinde olduğu gibi. 2. Selim’in mimarlığın piri Sinan’a İstanbul’da değil de Edirne’de bir selâtin, yani sultan camisi yaptırması, Sinan’ın da Selimiye’de bütün maharetini konuşturarak ustalık eserini yapması bir zamanlar Edirne’nin başkent olmasıyla yakından ilgilidir ve kanaatimce Selimiye külliyesi, Edirne’ye bir hediye, hatta bir nevi iade-i itibardır. Öyle ki bugün Edirne denilince aklımıza gelen ilk –ve büyük ihtimalle çoğunluk için belki de tek– eser Selimiye’dir. Tabi ki Edirne, Selimiye’den ibaret değildir. Ama Selimiye’siz bir Edirne düşünmek de mümkün değildir. Ünlü edebiyatçı Selim İleri, Selimiye’nin bu özelliğini ne de güzel ve çarpıcı bir şekilde dile getirmiştir:

“Kentleri tanımlayan bazı yapılar vardır. Dünyada bu kentler o yapılarla birlikte anılırlar. Selimiye Camii de Edirne’nin bir alt kimliğidir; markasıdır, kentin genlerine kazınmış bir künyedir. Selimiye Camii, insan ruhunda bir yer çekimsizlik etkisi, bir alt üst oluş yaratır. Herhangi bir giriş kapısındaki kalın meşin perdeyi kaldırıp, içeri adım attığınızda; sessiz kocaman bir boşluğun içine düşer; savrulur, başka bir âlemin iklimine sürüklenirsiniz. Burada çiçek açar, burada yaprak dökersiniz. Selimiye Camii dipten, sonsuz bir zirveye yükseliş duygusudur. Işıktır, sestir, renk ve biçimdir. Uyumdur, estetiktir. Hüzündür, hazdır. Selimiye Camii taşın şiiri, taşın şarkısıdır.”

Aynı ustalığı şiirde ise “Bayrak Şairi”miz Arif Nihat Asya gösterir. “Selimiye” adlı şiirinde Arif Nihat Asya, Selimiye’yi sadece Edirne göklerinde değil, Osmanlı topraklarında dalgalanan mimarî bir deha, ilahî bir sancak olarak resmeder:

Selim’lerden kalma muhteşem miras,

Sinan’lardan kalma şanlı hediye;

Kuvvetin tuğrası, sanatın mührü,

Kubbeler kubbesi bir Selimiye.

İşte tarih, işte batıyla doğu…

Görenler göstersin böyle bir kuğu!”

dizeleriyle Selimiye’yi anlatmaya başlayan Arif Nihat Asya, şiirini Selimiye’nin kader birlikteliği yaptıkları Osmanlı ile bakınız nasıl bitirir:

“Ne bilsin Selim’ler, ne bilsin Sinan,

Ki avlun bu kadar küçülecekti…

Ey İlâhî kubbe, sana avlu, bir

Kıta gerekti!” 

Kendinden önceki bütün padişahlardan farklı olarak bariz şekilde onların gerisinde kalan, devlet işlerini Sokullu’ya emanet eden, Osmanlı tarihinde sefere çıkmayan ilk padişah olan 2. Selim, Mimar Sinan’a ustalık eseri olan Selimiye’yi yaptırarak sanki günah çıkartmak istemekte, adeta atalarından ve bizden özür dilemekte imiş gibi gelir bana. Selimiye denilince benim aklıma 2. Selim’den ziyade Mimar Sinan’ın ve Edirne’nin gelmesi herhalde bundandır.

Kuruluş döneminin son padişahı 2. Murat döneminde yaptırılan ve –sonradan– Selimiye’yi bir kardeş gibi kucaklayacak olan Üç Şerefeli ile Eski Cami de Selimiye gibi farklı özellikleriyle ön plana çıkar. “Üç Şerefeli’nin kapısı, Eski Cami’nin hattı, Selimiye’nin yapısı” sözü, bu camilerin ön plana çıkan hususiyetlerini çok güzel bir şekilde özetlemektedir.

Her biri farklı özellikleriyle ön plana çıkan bu üç cami, Edirne’ye bambaşka bir hava, bir ruhaniyet katarlar. Hangisinde namaz kılacağınızı şaşırır, hangi camide nasıl bir atmosferi yaşayacağınızı, nasıl bir havayı soluklayacağınızı yaşayamadan anlayamazsınız.

- Selimiye’nin alabildiğine geniş ve yekpare iç mekânı ile o yükseklik ve açıklıkta nasıl (hâlâ) durduğuna işin ehli olan insanların bugün bile şaştığı muhteşem kubbesi,

- Üç Şerefeli’nin her biri birbirinden farklı (dört) minaresi ile içeriye girdiğinizde Selimiye’nin aksine bu defa sanki hemen başınızın üzerinde durduğu intibaını verecek kadar alçakta olan kubbesi ve Selçuklu ulu camilerini hatırlatan kare şeklindeki o kalın fil ayakları, mihrabında zamana meydan okuyan geometrik ve renkli süslemeleri,

- Eski Cami’de ise, tıpkı Bursa’daki Ulu Cami’de olduğu gibi, kare şeklindeki o fil ayaklar ile duvarları süsleyen devasa boyutlardaki hatlar sizi bu âlemden alır, başka, bambaşka âlemlere götürür, kendinizden geçersiniz. Bir zamanlar bu dünyadan ne insanlar gelip geçmiş der, Arif Nihat Asya’nın “Sanat” adlı şiirindeki:

Sen, mermi yaratırsın;
         Ben, ondan saray yaparım!”

( . . . )

Şu manasız mesafeyi
En yaparım, boy yaparım!     

Yeter ki sen… ver ben ondan
Mutlaka, bir şey yaparım
dizeleri gibi taşı taş olmaktan çıkartarak onu imanın bir göstergesi, sanatın bir parçası yapan, imanla el ele vermiş bir sanat anlayışıyla yükselerek taşı, insan emeğinin, özverisinin, sabrının sergilendiği –bir nevi kutsanmış– kutlu bir hale dönüştürmek herhalde ancak eski insanların marifeti, kerameti olsa gerektir. (Bu vesileyle tasavvufun “Marifeti olmayanın kerameti de olmaz.” ilkesini rahatlıkla hayatın her alanını içine alacak şekilde genişletebiliriz.) İmanları ve sanatlarıyla yücelen o insanlara, usta, pîr, üstad kelimelerinin, bu kelimeleri oluşturan her bir harfin hakkını veren o insanlara ne oldu diye merak ederseniz şairin ifadesiyle “iyi insanlar iyi atlara binip gittiler.” Ecdadın bir zamanlar yaptığı ve bizim bugün insanüstü olarak gördüğümüz eserleri, onların bu eserlere ruh veren öncelikleri, hassasiyetleri, titizlikleri bizi ister istemez dün ile bugün arasında bir kıyaslama yapmamızın gerekliliği noktasına getirip bırakıyor. Ben burada yazımın konusu olmadığı için bir değerlendirme yapmayacak, sözü en güzel ve çarpıcı şekilde söyleyenlerden millî şairimiz Âkif’e bırakacağım:

“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:

Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!

Kapkaranlıkken bütün afakı insaniyetin,

Nur olup fışkırmışız ta sinesinden zulmetin;”

Edirne’ye, Edirne’deki eserlere bu gözle bakarsanız duygulanmamanız, düşünmemeniz mümkün değil. Nitekim 1. Balkan Savaşı’nda adı tarihe altın harflerle geçen Edirne müdafii Şükrü Paşa’nın Bulgarlar tarafından kuşatılan şehri her türlü yokluğa karşın beş ay savunması; ama buna rağmen Edirne’nin düşmesi ve bu esnada Selimiye’ye isabet eden bir top mermisi tarihin bize bir ikazı, hem de acı bir ikazı olarak anlamasını bilenlere herhalde çok şey anlatıyor olsa gerektir.

Ama Edirne’nin yıldızı en önce İstanbul’un fethiyle sönmeye başlar. Selimiye, talih yıldızının yüz çevirdiği Edirne’ye İstanbul’un ebedî ve Sinan’ın mimarinin zirvesinde bir armağanı olarak bir göz kırpması, adeta bir hayat öpücüğüdür. Edirne, başkentliği kaybettikten sonraki en şaşaalı, en ihtişamlı dönemini (1648-1687) kırk yıla varan saltanatında İstanbul’dan ziyade Edirne’de kalmayı tercih eden 4. Mehmed döneminde yaşar. Tunca ırmağının yanı başındaki Eski Saray’ı neredeyse yeni baştan inşa eden 4. Mehmed, tam bir Edirne (ve av) âşığıdır. Onun döneminde başkent, gayri resmi olarak İstanbul’dan Edirne’ye taşınır. Bugün 2. Bayezid külliyesindeki bir salonun duvarlarında gördüğümüz 4. Mehmed dönemindeki Eski Saray çizimleri, bize bu sarayın, dolayısıyla Edirne’nin on yedinci yüzyılın ortalarındaki ihtişamı ve güzelliği hakkında iyi kötü bir ipucu verir. Fakat 4. Mehmed’in zaaf derecesine varan avlanma merakı ve devlet işlerinden el etek çekmesi, ordunun 2. Viyana bozgunundan sonra Avrupalı devletler ile Rusya’nın başını çektiği kutsal ittifak ordularına ardı ardına yenilmesiyle birleşince işler çığırından çıkar.  4. Mehmed’in Edirne’ye olan aşırı düşkünlüğüyle Edirne’de İstanbul’dakinden daha fazla zaman geçirmesi de bütün bunların üzerine tüy dikince İstanbul’daki devlet erkânı duruma el koyar ve 4. Mehmed, 1687’de tahtını terk etmek zorunda kalır. Edirne’ye böylesine düşkün olan 4. Mehmed son nefesini de bu şehirde verir. Fatih Sultan Mehmed ile birlikte İstanbul’un başkent olmasıyla padişahların İstanbul’da toprağa verilmeleri gelenek haline gelmiştir. Her ne kadar atası olan diğer padişahlar gibi 4. Mehmed de son uykusunu İstanbul toprağında uyusa da kendisine sorulsaydı veya böyle bir imkânı olsaydı herhalde son nefesini verdiği Edirne’ye gömülmek isterdi.

4. Mehmed’den sonra tahta geç(iril)en 2. Süleyman (1687-1691) ile 2. Ahmed’in (1691-1695) kısa süren saltanatlarını saymazsak 1695’te tahta geçen ve Osmanlı tarihinde ordunun başına geçerek sefere çıkan son padişah olan 2. Mustafa da babası 4. Mehmed kadar olmasa da nihayetinde av düşkünü ve Edirne âşığı bir padişahtır. 2. Mustafa böylelikle kendisinden yüzyıllar sonra yaşayan Âkif’e adeta ilham vermek istercesine:

“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

‘Tarih’i tekerrür diye ta’rif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”

dizelerini trajik bir şekilde doğrulayarak babası 4. Mehmed gibi İstanbul’da başlayan kıvılcımın Edirne’ye sıçramasıyla (tarihte “Edirne Vakası” adıyla bilinen olay sonucu) tahtını kaybeder ve o da babası gibi hayata gözlerini Edirne’de yumar. 2. Mustafa’nın tahtını kaybettiği 1703’ten sonra Edirne’nin yıldızı bir daha eskisi gibi parlamamak üzere sönmeye başlar.

Ama Edirne’ye asıl can alıcı darbeyi 19. yüzyıldaki Osmanlı-Rus savaşları ve 1912’deki 1. Balkan Savaşı vuracak ve 19. yüzyılla birlikte Edirne adı Rus işgalleriyle, 20. yüzyılın başında patlak veren 1. Balkan Savaşı’nda da Bulgar işgaliyle anılacaktır. Bir de Edirne müdafii Şükrü Paşa ile.

19. yüzyılda Rus ordusunun Tuna nehrini geçtikten sonra İstanbul’a giden yol üzerindeki en önemli ve can alıcı durağının Edirne olması, 1. Balkan Savaşı’ndaki beş aylık müdafaasıyla tıpkı Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa gibi adını tarihe altın harflerle yazdıran Şükrü Paşa’nın dillere destan olan savunmasına rağmen Edirne’nin bu defa Bulgarlarca işgal edilmesi bu şehrin bir zamanlar başkentliğini yaptığı Osmanlı’nın kara bahtından hissesine düşeni fazlasıyla aldığını gösterir. Osmanlı’nın tükenişini dost düşman herkese, adeta kör gözüne parmağım hesabı göstere göstere ilan eden 1. Balkan Savaşı’nın –bence– en acı olaylarından biri Selanik’in Hasan Tahsin “Paşa” tarafından Yunanistan’a tek kurşun sıkılmadan teslim edilmesi ise diğeri de kuşatma altındaki Edirne’de, Sarayiçi’ndeki askerlerin açlıktan ağaç kabuklarını kemirmeleridir.

Edirne’deki Rus ve Bulgar işgallerinin acıları öylesine büyük ve silinemezdir ki bu izler günümüze kadar ulaşmıştır. Rusların topa tutarak yıktıkları eskinin o ihtişamlı sarayından günümüze sadece bölük pörçük surların kalması, Edirne’nin simge yapısı Selimiye’nin de 1. Balkan Savaşı’nda top mermisi yemesi Osmanlı’nın kara(ran) bahtından Edirne’nin hissesine düşen çarpıcı ve acı izlerdir. 2. Balkan Savaşı’nda kurtardığımız Edirne’ye nispetle 1. Balkan Savaşı’ndaki kayıplarımız öylesine büyüktür ki kepçeyle kaybettiğimiz Rumeli topraklarına göre Edirne çay kaşığı hükmünde kalmıştır. Zira artık Edirne’nin hemen yanı başından hem Yunanistan hem de Bulgaristan sınırı geçmektedir.

Milli Mücadele’yi diplomatik olarak sonlandırdığımız Lozan antlaşmasının Edirne’ye armağanı ise Meriç nehrinin ötesindeki tek toprağımız olan Karaağaç’tır. Her ne kadar Karaağaç küçük, küçücük bir toprak parçası olsa da o canım Meriç köprüsünden geçebilmemize ve Selimiye’yi Meriç nehri üzerinden izleyebilmemize imkân verdiği için benim gözümde ayrıcalıklı bir yere sahiptir.

Edirne, geçmişinde geçirdiği onca badireye ve yıkıma rağmen birbirinden seçkin mimari eserleriyle ihtişamlı geçmişinden günümüze içli bir şekilde bakan, mütevekkil bir hâletle gülümseyen bir eski zaman yolcusu gibidir. Sırtınızı en sanatkârane şekilde işlenmiş taşta mücessemleşen tarihe yaslayıp gözünüzü Selimiye’de tezhibe, Eski Cami’de hat eserlerine, Üç Şerefeli’de ise birbirine geçme parçalardan oluşan ahşap kapılar ile bir zamanlar sanki damla damla akan suyun mermer şeklinde katılaşıp beyaz kesildiği, ahşap ile mermerin birbirlerini kucakladığı süslemelere vereceğiniz, nihayetinde kendinizden geçeceğiniz bir pırlantadır Edirne. Bütün bu eserlerin birbirlerine geçecek derecede yakın olması da ardı ardına ışık tutulmuşçasına gözlerinizi iyice kamaştıracak, böylece Edirne’yi Edirne yapan o sırra yaklaşabileceksiniz. Camilerin girişindeki mermerlerin aşınıp yassılaşmaları karşısında önce şaşırıp, ardından düşünmek ve mermeri aşındıranın sadece su olmadığını anlamak “o sır”ra yaklaşabilmek, belki de erebilmek için bir anahtar görevi görebilir. (Üç Şerefeli’nin iyice aşınmış mermer kapı eşiğinden geçerken Ali Kemal Hoca’mın yaptığı tespite şapka çıkartılmaz da ne yapılır: “Anladık ki mermeri aşındıran sadece su değilmiş.”)

Edirne’ye gittiğinizde en az bir akşam bu şehirde kalmalısınız. Çünkü bütün vakit namazlarını ayrı bir camide kılmak, bir cami avlusuna günün son ışıklarıyla girip gece ışıklarıyla çıkarken başka bir camiye gece ışıklarıyla girip günün ilk ışıklarıyla çıkmak, Selimiye’yi gündüz gözünden sonra geceleyin ışıklarla yıkanırken görmek için Edirne’de hiç değilse bir akşam kalmalısınız. Yoksa Edirne’nin diğer bir yüzünü göremezsiniz.

Edirne’deki ilk ve son gecemizde, ardından gecenin sabaha devir teslim yaparkenki ihtişamında Edirne hakkında yeni bilgilerle donanarak (Mesela yatsıyı kıldığımız Üç Şerefeli’de bu caminin o meşhur ahşap kapılarındaki süslemelerin yekpare değil, birbirine geçirilen parçalardan oluştuğunu, sabah namazını kıldığımız Eski Cami’de ise imamların her Cuma hutbeye kılıçla çıktıklarını, bu caminin duvarlarından birisini süsleyen ve karşılıklı olarak birbirlerinin içine giren çifte vav harfinin vakıf, yani kamu hakkı ile valideyn, yani anne-baba hakkına riayeti simgelediğini, camideki hatlarda aşere-i mübeşşerenin –hayatlarında cennetle müjdelenen on sahabinin– isimlerinin olduğunu, caminin mihrabının yan tarafında Kâbe’nin köşelerinden Rükn-i Yemani’den getirilen bir taşın bulunduğunu öğrenmek) Edirne’ye veda ettik. Ama bir gün tekrar merhaba demek üzere. Edirne’ye gelmemiş, bu şehri şimdiye kadar gezmemiş olmanın ne büyük bir eksiklik olduğunu ancak Edirne’ye gelerek anlayabilirsiniz.

Sonuç: Bursa, Çanakkale, Edirne ve İstanbul’un Hep Bir Ağızdan Söylediği Gerçek

Edirne’ye gelmeden önce “Beş Şehir” adlı eserinde (Erzurum, Konya ve Ankara ile birlikte) Bursa ve İstanbul’u yazan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Edirne’yi yazmamış olmasının ne büyük bir eksiklik olduğunu düşünürken aklımın bir köşesinde de hep “Tanpınar, Edirne’yi yazsa acaba neler yazardı?” sorusu gezinip duruyordu. Bu gezimin nihayetinde Tanpınar’ın Bursa ve İstanbul hakkında yazdıklarından hareketle Edirne için neler yazabileceğini az çok tahmin edebiliriz sonucuna vardım.

Ama bu gezimde kendi adıma vardığım en büyük sonuç, –daha önce bu şehirleri gezdiğim için– meselenin yeni yerler gezip görmek değil, daha önce gezip gördüğünüz yerlere yeni bir gözle bakmak, bir önceki sefer gör(e)mediğiniz, fark etmediğiniz, edemediğiniz özellikleri görmek, fark etmek olduğunu bana göstermesiydi.

Aynı yer(ler)e gittiğimizde farklı şeyler görüp öğrenebiliyorsak bu, hayatımızın uzunluğu, merakımızın ölçüsü, dikkatimizin derecesi ve azmimizin büyüklüğü ölçüsünde yaşamın bir yol ve erkân tecrübesi olduğunu bize göstermez mi?

Bu gezimde Bursa, Çanakkale, Edirne ve İstanbul hep bir ağızdan bana şu gerçeği söyledi:

Güzellik odur ki her bakıldığında farklı bir özelliğini gösterir;

Göz odur ki her baktığında gerçeğin farklı bir yüzünü görür.

Hamiş: Son noktayı koyduktan sonra son kontroller için yazının çıktısını almış, tam yazıyı okumak üzereyken değerli dostum Ahmet (Yapan) Bey’in telefonu bana yeni bir gezi teklifi, daha doğrusu müjdesi verdi. Okumak için çıktısını aldığım yazıyı bunun üzerine Ahmet Bey’e vermek için arabanın bir köşesine koydum. O gün öğleden sonra başlayıp ancak gece yarısına doğru tamamlayabildiğimiz beş yüz elli kilometreyi aşkın gezimizde benim yazım, “ayağının tozuyla” sadece “küçük” bir gezi yapmakla kalmadı, güzergâhımızın keskin virajlı bölümlerinde bir o yana, bir bu yana savrularak o kadar bin kilometrelik yolun yorgunluğunu, izlenimini bir da yazılı hale geldikten sonra tekrar yaşadı.

Tecrübeyle sabit olduğunu bir kez daha öğrendim ki hayat ve yollar her daim sürprizlere gebe. 

 

Adem ARTAN

 

 

Etiketler:
Toplam Yorum: 0 - Yorum Yaz
/ 1